Samim Kocagöz Öykü Ödülü, Birincilik
Ömer Seyfettin Öykü Ödülü, Birincilik
Gece yarısını geçeli bir saat olmuştu. Sigarasının halka halka üflediği dumanıyla bir kanser hücresini daha yemledi. Oda boğuntulu beyaz dumana kesti ya... gece ağarmadı.
İyice kısılmış gözlerini, yer yer dökülmüş duvarda eğreti duran eski İzmir fotoğrafından alıp, allı güllü eprimiş perdelere koydu. Biberlenir gibi yanan kan çanağı gözleri sanki önüne aktı akacaktı.
Oda, adamakıllı soğumuştu, ürperdi.
Yatağından kalkıp, dudaklarının arasına sıkıştırdığı sigarasının küllerinin oraya buraya düşmesine aldırmadan masanın üzerine dağılmış kağıtların altını aradı. Bulduğu büyük sarı zarfa "güvercinler" öyküsünü yerleştirdi. Öyküyü göndereceği yazın dergisinin adresini kargacık burgacık harflerle zarfın üstüne yazdı. Tiksinir gibi yüzünü buruşturarak sigarasından bir nefes daha çekti. Küllükteki izmarit yığınına bastırdı.
Uykuyla baygınlık arası bir durumda yatağına uzandı. Sarının ve kahverenginin bütün tonlarını taşıyan bıyıklarıyla oynarken deliksiz bir uykuya daldı. Çünkü, öykü bitmişti!
Derginin mart sayısı kenti seyrederken, "güvercinler" öyküsünün kahramanı Münevver Teyze, olan bitenden habersizdi.
Saat kulesinin dibinde buluşurlardı hep. Münevver'in gözlerinde nasıl da yankılanırdı erinçli sevinç. Titreyerek sokulurdu yanlarına yavuklusuna sokulur gibi. Dokuduğu kilimin bir köşesinde bile vardı ışık kanatlı saat kulesi güvercinleri. Onların süt kokusunu Konak'ın yüreğine Münevver salıverirdi de kimse bilmezdi.
Bir öykünün kahramanı olmak öyle herkesin harcı değildi. Daha güneş Yamanlar'ın başını öperken yola düşer, yelkanat koşardı saat kulesine. Gelişi görkemli olurdu çok. Görülmemiş düğün yapardı denizden, karadan koşuşan güvercinler. Sabahı uyandırırlardı hep birlikte. Münevver yedi kollu our, ilkin sarmaşırdı onlarla. Sonra Saat Kulesi'nin her bir çeşmesinden yüzüne su çarpar, dualar okuyarak kulenin dört köşesini eliyle sıvazlar, kesme taşların geceden kalma serinliğini duyumsardı. Naylon torbasından çıkarıp meydana sepelediği, yem değil "can"dı. Göklere tutkun güvercinleri yere indirir, elleriyle besler, açlıklarını yıkardı. Sonra sıra kendine gelir, kumrucunun ikramını geri çevirmezdi hiçbir zaman.
Günün ilk saatlerinde yem satın alan herkes sebeplenirdi onun sevgi özlü sabah dualarından. İyice coşan güvercinler bütün kirlerinden arınırcasına, sınırsızca evvelsi günden daha çok pislerlerdi her yanı. Hepsi de kendini Münevver'in kilimine dokuduğu güvercin sanırdı.
Meydandaki kambur piyangocunun Saat Kulesi güvercinleriyle, gizli sözleşmesi yapılırdı her sabah. Saçlarına, omuzlarına, çantalarına güvercin pislemesini hayra yoran insanlar -cebinde yalnızca kefenlik parası bile olanlar- milli piyango bileti alır, kambur piyangocu gün boyu her satıştan sonra göz kırpardı güvercinlere. Kambur piyangocunun yemci teyze Münevver'e sevdalı olduğunu güvercinlerden başka kimse bilmezdi.
Akreple yelkovan öğlene devrildi mi, kol kola Kemeraltı'nı gezmeye giden analar kızlar, taş bebek gibi oyalı hanımlar, bıçkınlar, hastanede koşuşturmaktan perişan olmuş sarsak amcalar, vilayet binasından "vilayet binası yüzü" takınarak çıkanlar ve pek tabii ki randevusunu Saat Kulesi'nin dibinde veren âşıklar ortaya çıkmaya başlardı. Bu saatler, Münevver Teyze'nin işlerinin kesat olduğu saatlerdi. Hele o günkü gibi yağmur inivermişse.
Yağmuru yine de severdi Münevver Teyze. İzir'in yağmuru emzirirdi onu. Şehir abdest alır, arınırdı günahlardan yağmurda. Güvercinler, karnı tok, sırtı pek uçuşa dursunlar, o, yağmur birikintisine dikmişti gözünü. Saat Kulesi'nin suyun üstündeki yansımasına akıverdi yüreği birden.
İlkin telli duvaklı bir gelin gibi gördü onu. Alımlı, kurum kurum kurulan, zamana hükmeden, şehri dantelleyen bir gelin. Onunla göz göze geldi. Duvaklı gelin yavaş yavaş değişti, kınalı saçlarına kır değmemiş Münevver oldu. Dağteke köyündeki fiyakalı Şahin de yanıbaşındaydı.
O günler, film şeridi gibi geçmeye başladı su birikintisinin içinden. Güvercinli kilimi dokurken nasıl saç tellerini düğümlediyse iplere, Şahin'e dokuduğu yeleğin yünüyle beraber öyle örmüştü kınalı saçlarının tellerini. Yelek iyice kendisinden olsun diye.
"Hey gidi bal gözlü Şahin. Nasıl da utancından kıpkırmızı kesilirdi ona baktığımda. Nasıl da dağlardım yüreğini..." diye düşündü. Şahin'in anası tutturmasaydı "Münevver'i oğluma gelin almam!" diye, varır mıydı hiç şu bütün gün pinekleyen prostatlı adama.
"Şahinn!.." diye ünleyesi, onun bal gözlerine güvercinler koyası geldi. Şahin, Saat Kulesi'nin sudaki yansısından çıkıp yanına gelmiş gibiydi.
"Tik tak... Tik tak... Tik tak..." Saatin sesi ilk defa duyuldu.
Aralarında bir göbek bağı vardı Münevver'le. Nasıl binlerce kez övülmüşse güzelliği Saat Kulesi'nin, Münevver de öyle övülürdü bir zamanlar. Nasıl Konak'ın dökme dantelli alımlı kızıysa Saat Kulesi, Münevver de işte öyle alımlıydı.
Meydanı boğan yapı yığını üstüne üstüne gelmeye başladı. Binalar gittikçe uzadı, Münevver, Saat Kulesi'yle birlikte gittikçe kısaldı. Minicik bir çocuk gibi kaldılar dev adamların yanında. "Tik tak... Tik tak... Tik tak..." Binalar asalak gibi her yanda. Saat, güvercinler, Münevver, Saat Kulesi'nin kadim dostu Çinili Camii, hepsi de nefessiz, boyunlarına geçirilmiş kanlı ilmeği çıkarmaya çalışıyorlardı. Gökyüzü uzaklaştı... Uzaklaştı... Hepsinin de benzi sararmıştı. Münevver, kendini Saat Kulesi'yle yaşıt gibi, yüz yaşında duyumsuyordu. Sarıkışla'nın duvarları içinde düşledi kendini ve kuleyi. Tülsü bir düştü bu.
Gözünün içine sokulacak gibi uzatılan metal para, su birikintisi ile Münevver'in arasına giriverdi. Önünde duran plastik bardağı eline aldı, torbasına daldırıp bir bardak yem verdi dedesinin elinden tutan çocuğa. Sonra, rüyadan uyanmış gibi gerinip toparlandı. Saat Kulesi'nin aşınmış basamaklarından kalıp kulenin etrafında dolandı. Dört saatin dördüne de baktı. Antikacı vitrini seyreder gibi seyretti onları tek tek.
Münevver Teyze meydanda dinelen hırpani görünüşülü adama gözünü dikip bakmaya başladı. Yemci teyzenin yüzüne ilişen sinirli ifadenin nedenini merak eden de yoktu zaten. Adam, gözlerini cep telefonunun dijital saatinden ayırmıyordu. Münevver Teyze'nin bakışları gitgide bulandı, göz bebekleri adamınkiyle kesiştiği anda yerinden fırladı. Adamın yanına gitti. Adam onun yem satmak istediğini sanıp bir adım geri çekildi. Münevver Teyze'nin Saat Kulesi'ni işaret eden parmağı saati gösteren cep telefonuna çarpıp havada kaldı. Güvercinler tetikteydi.
Münevver Teyze'nin başı arkaya yattı ilkin. Nefesi yetmedi, adama söyleyeceğini söylemeye. Bulutlarla yüz yüze geldi, sonsuz büyük bir bakışla gözlerinden çıkan ışık güvercinlere kanat oldu.
Kalabalık filan toplanmadı meydanda yatan bedenin başında. Çünkü kimseye "zaman" yetmiyordu...
Hırpani görünüşlü adam, vapurun hareketlenmesiyle beraber yerinden kalktı, küpeşteye dayandı. Elini hafif esen rüzgara siper edip, sigarasını yaktı. Bir süre, su kabarcıklarının denizi halkalamasını seyretti. Kıyıda bulanık gezinen mavinin, açıklarda gerçek yüzünü göstereceğinden emindi. Gözlerini denizden aldı, karaya koydu. Saat Kulesi'nin tepesinde uçuşan, takla atan güvercinleri gördü. Gökyüzünün mavisine bata çıka havada birleşip bir buluta dönüşmelerini seyretti. Attıkları turları saymaya çalıştı. Hepsi birden Çinili Camii'ye göç ediverdi bir anda.
Sigarasından bir nefes çekip kıyıda kalan insanlara baktı adam. Yem satan kadının yerde yatan bedenini ayrımsamaya çalıştı. Yeryüzündeki saatlerin pervasız akrepleri, aceleci yelkovanları, tükenmeye yazgılı yaşamlarımızı nasıl da çarçur ettiğimizi anlatmaya çalışır hep, diye geçirdi aklından. "Tik tak... Tik tak... Tik tak..."
Güvercinlerin kanat sesinden doğan ezginin körfezde yankılandığını düşledi. Güvercinleri yanına çağırdı, tek tek öptü. Onlar da Saat Kulesi'nin... "Tik tak... Tik tak... Tik tak..."
KOnak meydanı, güvercin çağındaydı her dem...
Batan güneşin kızarttığı sulara sinen süt kokusunu, şimdi bir tek o alıyordu. Adam, güvercinlerini son kez kokladı. Hep beraber kanat versinler yeni sevdalara diye salıverdi.
Karşıyaka gittikçe yaklaştı, büyüdü... büyüdü.
"Öykü kokan bu mavi kenti seviyorum." diye düşündü. Sigarasından derin bir nefes çekti. Mavi kentin koynuna her gidişinde olduğu gibi, yeni öyküler yazmak için çoktan çiçeğe durmuştu.
Gözlerini açtı, odadaki belli belirsiz ışığın altında allı güllü eprimiş perdeleri seyretti bir süre. Uykuyu beklerken, hiç olmamış şeyleri oldurmuştu. Kendi kendisiyle ahbaplığa başlamıştı. Yine geceyi uyku tutmamıştı.
Yerinden kalktı, odasının ışığını yaktı. "Güvercinler"in durduğu büyük sarı zarfı eline aldı. Zarfın üstüne yazdığı adresi bir kez daha okudu. Duvarda eğreti duran Saat Kulesi fotoğrafına baktı. Işığı söndürdü. Yatağına yatıp mavi kentin koynuna girdi yeniden.
-Mavisel Yener
6 Ağustos 2010 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder