1 Haziran 2012 Cuma

Marilyn M.'ya

english:


slipping keenly into bright ashes,
target of vanilla tears
your sure body lit candles for men on dark nights, 
and now your night is darker than 
the candle's reach and we will forget you, somewhat, 
and it is not kind 
but real bodies are nearer 
and as the worms pant for your bones, 
I would so like to tell you that 
this happens to bears 
and elephants to tyrants 
and heroes and ants and frogs, 
still, you brought us something, 
some type of small victory, 
and for this I say: good and let us grieve no more; 
like a flower tried and thrown away, 
we forget, we remember, we wait. 
child, child, child, I rise my drink a full minute 
and smile.


türkçe:


parlak küllere kavuşurken hevesle, 
vanilyalı gözyaşlarının hedefi 
mum ışığı oldu erkeklere kendinden emin vücudun 
karanlık gecelerde, 
ve şimdi daha karanlık gecen 
mumun uzamından 
ve seni unutacağız, her nasılsa, 
bu da pek hoş değil 
ama gerçek bedenler daha yakın 
ve solucanlar kemiklerin için can atarken, 
öyle isterdim ki sana söylemeyi: 
bu, ayıların ve fillerin 
zalim hükümdarların ve kahramanların ve karıncaların 
ve kurbağaların kaderidir
ancak, bize bir şey verdin sen, 
ufak çaplı bir tür zafer, 
ve bu yüzden diyorum ki: güzel 
artık kederlenmeyelim; 
kuruyup fırlatılmış bir çiçek misali
unutur, hatırlarız, 
bekleriz. çocuk, çocuk, çocuk, 
tam bir dakikalığına içkimi kaldırıyor 
ve gülümsüyorum. 



- Charles Bukowski

Rig-Veda 10:129

Hinduizm'in kutsal sözleri Vedalar'dan;
"Önce ne varlık vardı, ne de yokluk, ne hava vardı ne de ötedeki gökyüzü, neydi onu saran.. Ölüm de yoktu o zaman, ölümsüzlük de. Tek olan soluk almadan soluyordu kendi iç gücüyle, bundan başka da hiçbir şey yoktu. Karanlık vardı, her şeyi saran bir karanlık ve her şey ayrışmamış haldeki ummandı o zaman, boşluğun sakladığı o, gayrete geldi ve var oldu. Başlangıçta, ilahi aşk vardı."

Rubai

Dün özledim de seni coştum birdenbire;
çıktım senin yerin dedikleri göklere.
Bir ses yükseldi ta yukarıda, yıldızlardan;
Gafil, dedi; bizde sandığın Tanrı sende!
       
                                                   Rubailer - Ömer Hayyam

Bulantı/ Jean Paul Sartre

Buhranlar geçiriyorum, yoğun duygu çatışması. Ne olduğuna anlam veremiyorum ama var. Bir bulantı gibi.. Evet evet, ellerim, gördüklerim, dokunduklarım sanki bir bulantı, bulandırıyor beni. Yalnızım. Nesneler dokunmamalı bana. Yararlanırız onlardan, aralarında yaşarız, hepsi bu. Oysa benim durumum? Dokunuyor bu nesneler bana, duyuyorum, dayanamıyorum. Midem, ellerim bulanıyor.


"Bu kıvançlı, akıllı sesler ortasında yapayalnız biriyim. Bütün bu insanlar birbirlerine açılmakla, aynı fikirde olmanın verdiği mutluluğu bölüşmekle geçiriyorlar zamanlarını. Anlamıyorum Tanrım, hepsi birden aynı şeyleri düşünmeye neden bu denli önem veriyorlar."


"..Bilmem, acaba yalnız olduğum için mi benim yüzüm böyle? Toplu yaşayan insanlar aynalarda kendilerini, dostlarının gördükleri gibi görmeye alışmışlardır. Ama benim dostum yok ki: Tenim bu yüzden mi bu kadar yalın, çıplak geliyor bana. İnsanın, evet, evet, insanın insansız bir doğa gibisin diyeceği geliyor."


"Mavi yün gömleği, ardındaki kahverengi duvarda neşeli neşeli kımıldanıyor. Bu da Bulantı veriyor. Ya da Bulantının ta kendisi. Bulantı benim içimde değil orada, duvarda, askılarda, çevremdeki her yerde, kahveyle özdeşleşmiş gibi, ben ancak bu Bulantıyı izleyen biriyim."


"Zaman denilen de bu işte, çırılçıplak zaman, kişinin varlığına usul usul geliyor, bekletiyor kendini, ama bir kez de gelince midesi bulanıyor insanın, çünkü zamanın çoktan var olduğunu anlıyorsunuz."


"..Nasıl da yoksunmuşum gizli boyutlardan, nasıl da kendi bedenime kapanıp kalmışım, kendi bedenime ve bedenimde tomur tomur kabarcıklaşan sudan düşüncelere!"


"..'Pascal'ın dediği doğru mu, gelenekler ikinci tabiatımız mı dersiniz?'"


"..Her saniyeye eğilip kana kana içiyorum."


Some of these days you'll miss me, honey!;

7 Şubat 2012 Salı

Film/ Pulp Fiction

Tarantino’nun imzasını taşıyan bu ikinci film, o güne kadar zar zor ayakta kalan, sesi soluğu fazla çıkmayan, münferit parlak örneklerden öteye gidemeyen Amerikan Bağımsız Sineması’nın bir anda patlayıp 90’ların akış hızı en yüksek kanallarından birini oluşturmasını sağladı. Aynı zamanda bu sinemanın hızla bağımsızlığını yitirmesine neden olacak süreci de başlattı. Unutulmaya terk edilmiş John Travolta’yı yıldız tozuna bulayıp yeniden dolaşıma soktu, günümüzün aranılan oyuncularından biri haline getirdi. Öldüğü ilan edilen kara film türüne, ironik bir yeni soluk getirerek canlandırdı, türün örneklerinin çoğalmasını sağladı. Ucuz Roman’la birlikte “Tarantinovari” filmler furyası Amerika’dan Fransa’ya hatta Türkiye’ye kadar dalga dalga yayılmaya başladı. Ancak soluğu eninde sonunda tükenecek bu furyadan daha önemli olan, “Ucuz Roman”ın gölgesinin kendinden sonra gelen tüm filmlere bir biçimde yansımış olması, sinema anlayışımızı kökünden sarsmasıydı. “Ucuz Roman”la birlikte sinema, ilhamını gerçek yaşamda aramaktan tümüyle vazgeçen, ham maddesini kendini önceleyen filmlerden devşiren, sinema hayranları tarafından, sinema hayranları için yapılan, kendi içinde devri daim oluşturarak yaratıcılığını fitilleyen yepyeni bir akıma kavuşturdu. Belki de 90’lar sinemasının doruğunu teşkil eden “Ucuz Roman”a yüz yıllık sinema tarihinin damıtılmasından oluşan bir özet ve sinemayı yeni bin yıla taşıyacak fırlatma rampası olarak bakmak gerekiyor. Tabii “Ucuz Roman”ın sinemanın sınırlarının çok ötesine taşan, modadan, edebiyata uzanan geniş bir kültürel çerçeveye yayılan etkileri olduğunu, filmden ziyade bir fenomene dönüştüğünü de akılda tutmak gerekiyor. Gerçekten de “Ucuz Roman”, çağının nabzını tutan bir film olarak, popüler kültürden, retroya, postmodernizmden, şiddete kadar günümüzde aklımızı kurcalayan tüm duraklara uğrayarak toplu bilincimize yol almaya devam ediyor.

“Ucuz Roman”ın açılış sekansı, “insanları hazırlıksız yakalamanın” nimetleri üzerine bir diyalogdan oluşuyor. Nitekim filmin cazibesi de, izleyiciyi sürekli hazırlıksız yakalamasından, beklentilerini boşa çıkarmasından, sürprizlerine balyoz etkisi aşılamasından kaynaklanıyor.  “Ucuz Roman” öncelikle sinemanın üzerine inşa edildiği temel varsayımı, yani görselliğin büyüleyiciliğini bozarak işe koyuluyor. Görsel bir sanat olan sinemada, görünürlükle etkileyicilik eş oranlı olagelmişti “Ucuz Roman”a kadar. Bundan dolayı beyazperdeye yansıyan olayların faili kahramanlar, hep kadrajın ortasında ve ön planda, spot ışıkları altında durur, film boyunca en sık görülen şahsiyet olurdu. Oysa “Ucuz Roman”da karakterin etkileyiciliği olayların gidişatı üzerindeki belirleyiciliği, görünmez olduğu oranda artıyor. Örneğin Marcellus Wallace karakteri görünmez kaldığı sürece filmin, en önemli, en etkili ve olaylar üzerinde en belirleyici role sahip karakteri. Gelgelelim kadraja girdiği, görünür olduğu anda, tüm bu etkileyiciliği balon gibi sönüveriyor, beyazperdenin dev aynasına yansıdığı anda küçülüyor, acizleşiyor, düpedüz düzülüyor. Keza Mia Wallace görünmez olduğu sürece çekici, seksi ve tehlikeli bir “femme-fatale”. Oysa görünürlüğe kavuşmasından kısa bir süre sonra, kan ve kusmuğa bulanıp bilinçsiz bir et yığınına dönüşerek, tüm çekiciliğini yitirmekle kalmıyor, kendinden başka kimse için tehlike oluşturamaz hale düşüyor. Kısacası, öldüren cazibe, ölen cazibeye dönüşüyor. İş bununla da bitmiyor. Filmin iki ana öyküsünün, “Bonnie Olayı” ve “Altın Saat” öyküsünün, itici gücü olan karakterleri bir kez bile göremiyoruz. Bonnie, adından sürekli dem vurulan, Marcellus dahil herkesin çekindiği, tüm hararetli çabaların onu kızdırmamak adına gerçekleştirildiği ama bir türlü göremediğimiz bir karakter. “Altın Saat” bölümündeki akıllara ziyan olaylar ise, hiç görmediğimiz, sadece öyküsünü dinlediğimiz ölü baba Coolidge adına gerçekleştiriliyor. Gerçekten de “Ucuz Roman” temel derdinin sinemanın efsanelerini yerle bir etmek olan bir görev üstleniyor.

“Ucuz Roman”a bir, kenef yazıları filmi de denilebilir. Hem, karakterlerin ağzından dökülen bol küfürlü, felsefi tınılı özlü sözler, tuvaletin duvarlarına çiziktirilen benzerlerini fazlasıyla anımsattığından, hem filmin gözde mekanı tuvalet olduğundan, hem de filmin ana maddesi medeniyetin dışkısı sayılagelen pop kültürden damıtıldığından… Gerçekten de , “Ucuz Roman” kadar tuvalet sahnesine yer veren bir film daha bulmak zordur sanırım. “Ucuz Roman” bin bir çeşit filmden alıntılardan oluştuğundan, öncülerinin Tarantino’nun çalıştığı video dükkanında izlediği tüm filmler olduğunu söylemek hiç de abartılı olmasa gerek.

teşekkürler,
http://www.filimadami.com/film-fecir/9/pulp-fiction-hadisesi/35/

24 Kasım 2011 Perşembe

Resim/ The Lipstick


http://www.booooooom.com/2011/09/19/vancouver-based-artist-painter-andrew-young/

- Andrew Young



Söz

Sorsan ikimiz de maviydik; ama birimiz deniz, birimiz gökyüzü.
Anlatabildim mi?
teşekkürler elvan öğüt.